SÜNEN EBU DAVUD

Bablar    Konular    Numaralar  

SUNNE BAHSİ

<< 4612 >>

NUMARALI HADİS-İ ŞERİF:

 

حَدَّثَنَا مُحَمَّدُ بْنُ كَثِيرٍ قَالَ حَدَّثَنَا سُفْيَانُ قَالَ كَتَبَ رَجُلٌ إِلَى عُمَرَ بْنِ عَبْدِ الْعَزِيزِ يَسْأَلُهُ عَنْ الْقَدَرِ ح و حَدَّثَنَا الرَّبِيعُ بْنُ سُلَيْمَانَ الْمُؤَذِّنُ قَالَ حَدَّثَنَا أَسَدُ بْنُ مُوسَى قَالَ حَدَّثَنَا حَمَّادُ بْنُ دُلَيْلٍ قَالَ سَمِعْتُ سُفْيَانَ الثَّوْرِيَّ يُحَدِّثُنَا عَنِ النَّضْرِ ح و حَدَّثَنَا هَنَّادُ بْنُ السَّرِيِّ عَنْ قَبِيصَةَ قَالَ حَدَّثَنَا أَبُو رَجَاءٍ عَنْ أَبِي الصَّلْتِ وَهَذَا لَفْظُ حَدِيثِ ابْنِ كَثِيرٍ وَمَعْنَاهُمْ قَالَ كَتَبَ رَجُلٌ إِلَى عُمَرَ بْنِ عَبْدِ الْعَزِيزِ يَسْأَلُهُ عَنْ الْقَدَرِ فَكَتَبَ أَمَّا بَعْدُ أُوصِيكَ بِتَقْوَى اللَّهِ وَالِاقْتِصَادِ فِي أَمْرِهِ وَاتِّبَاعِ سُنَّةِ نَبِيِّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَتَرْكِ مَا أَحْدَثَ الْمُحْدِثُونَ بَعْدَ مَا جَرَتْ بِهِ سُنَّتُهُ وَكُفُوا مُؤْنَتَهُ فَعَلَيْكَ بِلُزُومِ السُّنَّةِ فَإِنَّهَا لَكَ بِإِذْنِ اللَّهِ عِصْمَةٌ ثُمَّ اعْلَمْ أَنَّهُ لَمْ يَبْتَدِعْ النَّاسُ بِدْعَةً إِلَّا قَدْ مَضَى قَبْلَهَا مَا هُوَ دَلِيلٌ عَلَيْهَا أَوْ عِبْرَةٌ فِيهَا فَإِنَّ السُّنَّةَ إِنَّمَا سَنَّهَا مَنْ قَدْ عَلِمَ مَا فِي خِلَافِهَا وَلَمْ يَقُلْ ابْنُ كَثِيرٍ مَنْ قَدْ عَلِمَ مِنْ الْخَطَإِ وَالزَّلَلِ وَالْحُمْقِ وَالتَّعَمُّقِ فَارْضَ لِنَفْسِكَ مَا رَضِيَ بِهِ الْقَوْمُ لِأَنْفُسِهِمْ فَإِنَّهُمْ عَلَى عِلْمٍ وَقَفُوا وَبِبَصَرٍ نَافِذٍ كَفُّوا وَهُمْ عَلَى كَشْفِ الْأُمُورِ كَانُوا أَقْوَى وَبِفَضْلِ مَا كَانُوا فِيهِ أَوْلَى فَإِنْ كَانَ الْهُدَى مَا أَنْتُمْ عَلَيْهِ لَقَدْ سَبَقْتُمُوهُمْ إِلَيْهِ وَلَئِنْ قُلْتُمْ إِنَّمَا حَدَثَ بَعْدَهُمْ مَا أَحْدَثَهُ إِلَّا مَنْ اتَّبَعَ غَيْرَ سَبِيلِهِمْ وَرَغِبَ بِنَفْسِهِ عَنْهُمْ فَإِنَّهُمْ هُمْ السَّابِقُونَ فَقَدْ تَكَلَّمُوا فِيهِ بِمَا يَكْفِي وَوَصَفُوا مِنْهُ مَا يَشْفِي فَمَا دُونَهُمْ مِنْ مَقْصَرٍ وَمَا فَوْقَهُمْ مِنْ مَحْسَرٍ وَقَدْ قَصَّرَ قَوْمٌ دُونَهُمْ فَجَفَوْا وَطَمَحَ عَنْهُمْ أَقْوَامٌ فَغَلَوْا وَإِنَّهُمْ بَيْنَ ذَلِكَ لَعَلَى هُدًى مُسْتَقِيمٍ كَتَبْتَ تَسْأَلُ عَنْ الْإِقْرَارِ بِالْقَدَرِ فَعَلَى الْخَبِيرِ بِإِذْنِ اللَّهِ وَقَعْتَ مَا أَعْلَمُ مَا أَحْدَثَ النَّاسُ مِنْ مُحْدَثَةٍ وَلَا ابْتَدَعُوا مِنْ بِدْعَةٍ هِيَ أَبْيَنُ أَثَرًا وَلَا أَثْبَتُ أَمْرًا مِنْ الْإِقْرَارِ بِالْقَدَرِ لَقَدْ كَانَ ذَكَرَهُ فِي الْجَاهِلِيَّةِ الْجُهَلَاءُ يَتَكَلَّمُونَ بِهِ فِي كَلَامِهِمْ وَفِي شِعْرِهِمْ يُعَزُّونَ بِهِ أَنْفُسَهُمْ عَلَى مَا فَاتَهُمْ ثُمَّ لَمْ يَزِدْهُ الْإِسْلَامُ بَعْدُ إِلَّا شِدَّةً وَلَقَدْ ذَكَرَهُ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِي غَيْرِ حَدِيثٍ وَلَا حَدِيثَيْنِ وَقَدْ سَمِعَهُ مِنْهُ الْمُسْلِمُونَ فَتَكَلَّمُوا بِهِ فِي حَيَاتِهِ وَبَعْدَ وَفَاتِهِ يَقِينًا وَتَسْلِيمًا لِرَبِّهِمْ وَتَضْعِيفًا لِأَنْفُسِهِمْ أَنْ يَكُونَ شَيْءٌ لَمْ يُحِطْ بِهِ عِلْمُهُ وَلَمْ يُحْصِهِ كِتَابُهُ وَلَمْ يَمْضِ فِيهِ قَدَرُهُ وَإِنَّهُ مَعَ ذَلِكَ لَفِي مُحْكَمِ كِتَابِهِ مِنْهُ اقْتَبَسُوهُ وَمِنْهُ تَعَلَّمُوهُ وَلَئِنْ قُلْتُمْ لِمَ أَنْزَلَ اللَّهُ آيَةَ كَذَا لِمَ قَالَ كَذَا لَقَدْ قَرَءُوا مِنْهُ مَا قَرَأْتُمْ وَعَلِمُوا مِنْ تَأْوِيلِهِ مَا جَهِلْتُمْ وَقَالُوا بَعْدَ ذَلِكَ كُلِّهِ بِكِتَابٍ وَقَدَرٍ وَكُتِبَتِ الشَّقَاوَةُ وَمَا يُقْدَرْ يَكُنْ وَمَا شَاءَ اللَّهُ كَانَ وَمَا لَمْ يَشَأْ لَمْ يَكُنْ وَلَا نَمْلِكُ لِأَنْفُسِنَا ضَرًّا وَلَا نَفْعًا ثُمَّ رَغِبُوا بَعْدَ ذَلِكَ وَرَهِبُوا

 

Süfyan (es-Sevri) (r.a.)'den (rivayet edilmiştir:) Demiştir:

 

Bir adam kaderi (manasını) sormak üzere Ömer İbn Abdiî-Aziz'e bir mektup yazdı. (Hz. Ömer İbn Abdil-Aziz de bu adama bir mektup yaz(arak şu cevabı ver)di...

 

"Gelelim mevzûmuza (ey mektub sahibi!) Sana Allah'dan korkmayı, Allah'ın emrin(i yerine getirme)de orta yolu (tutmanı) Peygamberinin (s.a.v.) sünnetine uymayı ve (Hz. Nebi'in) sünneti yürürlüğe girdikten sonra bid'atçilerin (bid'atlerine Allah tarafından) bırakılmadığı halde (din adına) ortaya attıkları bid'atleri terketmeni tavsiye ediyorum. Sana gereken sünnete sarılmaktır. Çünkü sünnet, Allah'ın izniyle senin için bir güvencedir.

 

Şunu bil ki; İnsanların ortaya attığı ne kadar bid'at varsa mutlaka bu bid'at (ortaya atılmaz)dan önce onun kötülüğüne dair (Kur'an ya da süntette) bir delil, yahutta onun hakkında bir söz geçmiştir. Çünkü (bir yol olarak) sünneti, -hata, sürçme, budalalık, zorluk çıkarma gibi- sünnetin aksini de bilen bir zat, ortaya koymuştur.

 

-Ancak İbn Kesîr: "bilen" anlamındaki) lafzı kullanmamıştır.- (İbn Kesir'in rivayetine göre Hz.Ömer İbn.Abdul-Aziz'in mektubu şöyle devam ediyor:

 

Ey mektup sahibi) sahabe-t kiramın (kendileri için) seçtikleri yolu sen de kendin seç. Çünkü onlar (aldıkları) bir bilgiye sahiplerdi. (Meselelerin aslına) nüfuz eden bir görüşle (dine aykırı olan davranışlardan) uzak kalırlar ve muhakkak ki onlar, (dini) işleri (n hakikatini) kavramakta (başkalarından) daha kuvvetlidirler. (Binaenaleyh Sahabe-i Kiram) sahip oldukları (bu) faziletler) sebebiyle dini meselelerde (örnek alınmaya) daha layıktırlar.

 

(Ey, bid'atçiler)! Eğer (sizce) hidayet, üzerinde bulunduğunuz bid'atler ise o zaman siz, onlardan önce ona (hidayete) erişmişsiniz demek olur. (Halbuki bu düşüncenizin tamamen yanlış ve asılsız olduğu açıkça bellidir).

 

Şayet: Onlardan sonra yeni bir takım şeyler ortaya çıktı (bunun için biz de bid'atleri çıkardık), diyorsanız; şunu bilin ki, onlardan sonra ortaya çıkan (bu bid'at) ları, onların yolundan başka bir yolu takip eden ve onlardan yüzçeviren bir kimse ortaya koymuştur. Çünkü sahabe-i kiram din konusunda (gelecek nesillerin ihtiyacına) yeterli olan hususları söylemişler ve (onlara) şifa verecek açıklamayı yapmışlardır. Onlar(m daraltmalarının altında bir daraltma, onlar(ın getirdiği genişliğin üstünde bir genişlik (yapmak, doğru) olamaz. Bir topluluk, onların (kısıntılarının) aşağısında bir kısıntı yaptılar da bir daha i'tidal sınırına erişemediler. Bir takım topluluklar da onlar(m ölçülerinin üstüne çıktılar (bunlar da) sınırı aşmış oldular. Oysa ashab-ı kiram, bu iki ölçüsüzlüğün arasında doğru bir yol üzerindedirler. (Ey mektup sahibi) mektubunda kadere imanı soruyorsun. Allah'ın izniyle (bu hususu) tam bilene sordum. İnsanların (din adına) ortaya attığı hiçbir yeniliğin ve bid'atçilerin geliştirdiği hiçbir bid'at'in (dini bir) eser ve mesele olarak kadere imandan daha açık olduğuna inanmıyorum.  '

 

Cahiliyye döneminde cahiller nesirlerinde ve şiirlerinde kadere imanı dile getirirler, ellerinden kaçan nimetlere karşı kendilerini onunla teselli ederlerdi.

 

Sonra İslam geldi ve kaza ve kader(e iman) ancak (ona inanmayı farz kılarak) pekiştirdi. Gerçekten Rasûlullah (s.a.v), bir iki hadisinde değil pek çok hadisinde kaderden bahsetti. Müslümanlar kadere dair açıklamaları kendisinden işittiler ve (Hz. Nebiin) sağlığında ve vefatından sonra da kuvvetle inanarak ve Allah'a teslim olarak kaderden bahsettiler. Bir şeyin Allah'ın ilminin dışında olmasını, (Allah'ın ezeldeki) yazgısının onu tesbit etmemiş olmasını ve o şey hakkında Allah'ın (ezeli) bir takdirinin bulunmamış olmasını (düşünmekte) kendilerini yetkisiz ve hatali görerek, kaderden bahsettiler.

 

Bununla beraber, kader Allah'ın, manası apaçık olan Kur'an'ında da mevcuttur. Sahabe-i kiram) kader inancını Kur'an'dan almışlar ve ona imanı Kur'an'dan öğrenmişlerdir. (Ey bidDatçiler)! Eğer siz: (Madem öyle de) Allah niçin (kader inancına aykırı görünen) falan ayeti indirdi ve niçin (bu inanca aykırı düşen) şöyle sözler söyledi? derseniz (ben de size şöyle derim):

 

Sizin Kur'an'dan okuduğunuzu (sahabe-i kiram da) okudular ve onlar (ondan) sizin bilmediğiniz (bazı) manalar sezinlediler. Sonra da: "Şu (kainatta vukua gelen hadiselerin) hepsi de (ezeli olan) bir yazgi ve takdir ile (meydana gelmekte) dir, takdir edilen olur. Allah'ın dilediği olmuştur, dilemediği de olmamıştır. Biz kendimize fayda ve zarar verme gücüne sahip değiliz" dediler. Bu (hükme vardikta)n sonra (Allah'a ibadet etmeye) rağbet ettiler ve (kötü amellerden de) olanca güçleriyle kaçındılar."

 

 

İzah:

Mevzûmuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte sırasıyla  şu meseleler işlenmekte ve hükme bağlanmaktadır:

 

1. Allah korkusu (=takva)

 

2. Orta yolu tutma, ifrat ve tefridden sakınma

 

3. Sünnete sarılmak.

 

4. Bidatlerden kaçınmak.

 

5. Sahabilerin yolundan ayrılmamak

 

6. Kaza ve kadere iman etmek.

 

Bunlardan sünnete sarılmanın önemini, bu bölümün giriş kısmında, (4604-4605) numaralı hadislerin şerhinde, bidatlerden sakınmanın lüzum ve ehemmiyetini ise (4596-4597) numaralı hadis-i şeriflerin şerhinde açıklamıştık. Bu bakımdan yukarıda işlediğimiz sözü geçen maddelerden sarf-ı nazar ederek şimdi diğer maddelerin izahına geçelim.

 

a) Takva: Korkmak ve sakınmak demektir. Istılahta, Allah korkusun­dan dolayı, günahlardan uzak kalmaya, takva denir. Takva, imsak ve per-hizkarlık, yani mutlak olarak zevk ve haz veren şeylerden nefsi mahrum bırakarak onu terbiye etmek, demektir. Takva sahibi kimseye muttakî denir.

 

İslam, insanlar arasında eşitlik kurma gayesini gütmüş bunun için tek üstünlük vesilesi olarak takvayı görmüştür: "Ey insanlar! Biz, sizi ger­çekten bir erkek ile bir dişiden yarattık ve tanışasıniz diye sizi kabile ve kavimlere ayırdık. Allah katında en değerliniz en çok takva sahibi  olamnızdir" (Hucurat (49), 13).

 

Takva, bütün iyilikleri ve faziletleri kendisinde toplayan bir haslettir. Takvanın aslı, önce şirkten, sonra kötü ve günah olan fiillerden, daha son­ra da günah olması muhtemel olan şüpheli amellerden sakınmaktır. En son olarak takva, mubah olmakla birlikte lüzumsuz olan şeyleri de terketmektir. Bir başka ifadeyle takva, insanın kendisini Allah'tan uzaklaştıran şeylerden uzak kalmasıdır.

 

Avamın takvası şirkten korunmakla, havassın takvası günahtan sakın­makla, evliyanın takvası fiil ve iyi amelleri vesile bilmekle olur. Enbiya­nın takvası ise fiilleri kendilerine nisbet etmemekle ilgilidir. Çünkü nebi­lerin takvaları Allah'tan gelir ve Allah rızası içindir.[Debbağoğlu Ahmet, Kara İsmail, Ansiklopedik Büyük İslam İlmihali, s. 601.]

 

b) Orta yolu tutma: İnsan iyiliğe kabiliyetli olduğu kadar, kötülüğe de kabil iyy etli dir. Bu iki kabiliyet onun tabiatına yabancı veya ona haricden yüklenmiş değildir.

 

İnsanın tabiatında mevcut olan bu iki cevheri, nazarı itibara almayan düşünce ve inanç sistemleri insanın fıtratına uygun olmadıkları için asla gerçekçi ve tatminkar olamazlar.

 

Yüce bir hayatın tahakkuku ise ancak bu iki zıt kutup arasında bir mu­vazene kurmakla mümkündür. Dengenin bu iki kutuptan biri lehine bo­zulması fertlerin ve toplumların hayatında bir takım buhranlara sebep olur. İnsanoğlunun ferdî ve içtimaî hayatında, bu dengeyi kuran, yegane din ve inanç sistemi, İslamiyettir. İslama aykırı düşen, düşünce ve inanç sistemlerinin hepsi bu dengeden mahrumdur.[Bak. Muhammcd Kutub, İslam ve Materyalizme Göre İnsan, (Çev. Kemal Sandıkçı) .s. 124-126.]

 

Bu itibarla yahudilik enaniyet, hırs ve şehevî hislere ağır gemler vur-masıyla beşeriyetin çocukluk devrini, Hıristiyanlık, hayal ve rüya alemin­de dolaşmasıyla beşeriyetin gençlik çağını temsil eder. Müslümanlık ise bu devreden sonra gelen kemal devrini, temsil eder ki, o herşeyi kendi as­lî yerine koyar. Ne tamamiyle dünyaya bağlanır ne de dünyadan tamamen  kopup ahirete yönelir.

 

Bilakis bir ölçü ve ahenk içerisinde dünyadan da ahiretten de nasibini alır. Bu bakımdan beşeriyetin çocukluk ve gençlik çağını temsil eden Ya­hudilikle hiristiyanlık olgunluk çağını yaşayan insanlığı temsil edemezler.

 

Beşeriyetin çocukluk çağını temsil eden yahudilikte, kendi döneminin çocukça istek ve arzularım gemlemek üzere indirilen ağır hükümlerden bazıları şöyledir: "... İşledikleri büyük günahlardan tevbe etmiş sayılma­ları için intihar etmeleri gerekirdi. Üzerlerine bulaşan bir pislikten temiz-lenebilmeleri için o pisliğin bulaştığı yeri kesip atmaları icab ederdi. Gün­de elli vakit namaz kılmakla mükelleflerdi. Büyük günah işledikleri za­man, kendilerine helal kılınan bazı nimetler, haram kılınırdı. Yine büyük günahları işledikleri zaman kılıklarının maymun ya da domuz kılığına çevrilmesi, gibi cezalarla cezalandırılırlardı."[Bk. el-Hadimî Ebu Said (Çev. Kemal lşık). el-Berika 1,12.]

 

İslamın tuttuğu bu orta yol, cimrilikle israfın yasaklanıp tutumlu olma­nın teşvik edilmesi gibi kaidelerle İslamın muamelat bölümünde kendini gösterdiği gibi menkûl şeriatla ma'kul gerçek arasında bir zıddiyet ol­madığını kabul etmek ve cebriye ile mutezile arasındaki orta yolu tutmak­la da itikad sahasında insandaki gazab, şehvet, muhayyile gibi kuvvet­lerin değerlendirilmesinde ise o şecaat, iffet ve hikmet gibi mu'tedil kuv­vetleri tasvib etmekle de ahlak sahasında kendini göterir.

 

Yüce Allah şu ayet-i kelimesiyle bu gerçeği bizlere bildirmiştir. "... Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki insanlara şahid olasınız..."[Bakara 143]

 

Binaenaleyh İslam, fıtrata ve akl-ı selime istinad eden bir din olduğu içindir ki, dinde tefrite düşmeyi ne derece takbih etmişse ifratı da o nis-bette nehyetmiştir. İslamın kendi saliklerinden istediği şey, din namına bir sürü ahkam ile birçok ibadetlerle nefislerini ta'zib etmek, yıpratmak ya­hut güzel ve nefis şeylerden kendilerini mahrum etmek değildir. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrüluyor:

 

"Bu din metindir, ona yumuşaklıkla, tekellüfsüz gir (takat getire­meyeceğin şeylerle kendini yorup da) Allah'a ibadetten büsbütün ür­kütme. Muhakkak ki: Varacağı yere çabuk gitmek için arkadaşların­dan ayrılıp hayvanım takatinden fazla koşturan ne istediği yolu ala­bilir, ne de hayvanın sırtını sağlam bırakır."[Ahmed b. Hanbel, III. 199.]

 

Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyrüluyor: "Sakın dinde gulüv ve ifrat yapmayın. Çünkü sizden evvelkilerin helakine sebep, ancak din­de aşırı gitmiş olmalarıdır."[Nesai. menasik: İbn Mace. menasik; Ahmed b. Hanbel. I, 215, 347.]

 

Bütün bu yoldaki naslar bize şunu gösteriyor ki dinde ifrat ve tefrit yoktur.

 

Şüphe yok ki itidalin ölçüsü yine Hz. Nebiin sünnetidir. Onun sünnetine uyan itidal çizgisi üzerinde yürümüş olur. Nitekim Hz. Pey­gamber bir hadis-i şeriflerinde bu gerçeği şöyle ifade buyurmuşlardır. "... Andolsun ki ben AHah'dan sizden fazla korkarım. Takva yönünden O'na daha bağlıyım, fakat bununla beraber ben Oruç da tutarım, if­tar da ederim, gece namaz da kılarım, uyku da uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Bilmiş olun ki benim sünnetimi terkeden benden değildir."[Buhari, nikah, Müslim, nikah, Nesai, nikah]

 

c) Sahabilcrin yolundan ayrılmamak: Sahabîler, Hz. Nebii gözleriyle görmüşler ve O'nun tebliğlerini bizzat kendisinden almışlar ve İslam'ı açıklayışını kulaklarıyla işitnıişlerdir. Bu itibarla fakihlerin cum­huruna göre sahabîlerin görüş ve fetvaları nasslardan sonra yer alan şer'î bir hüccettir. Cumhur, bu hususta aklî ve naklî olmak üzere iki türlü delil serd eder. Naklî delilleri şunlardır:

 

1. "Birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ansar ile onlara güzel­ce uyanlardan Allah razı olmuştur; onlar da O'ndan razı olmuşlar­dır."[Tevbe 100] Burada Allah, sahabîlere uyanları Övmüştür. Demek ki onların yolundan gitmek, övülmeyi icab ediyor. Görüşlerini hüccet olarak kabul etmek de bir nevi onlara uymaktır.

 

2. Nebi (s.a.v.) şöyle buyurmuştur. "Ben ashabım için emanım. Ashabım da ümmetim için emandır."[Müslim, fadailüssahabe] Sahabîlerin ümmet için eman oluşu, ancak ümmetin onların görüşlerine uymasıyla olur. Nasıl ki. Hz. Nebi'in onlar için eman oluşu, onların Nebi (s.a.v.)'in hidaye­tine uymalarıyla olmuştur.

 

Aklî delilleri de şöyle sıralanabilir:

 

1. Sahabîler, Hz. Nebi'e diğer insanlardan daha yakındırlar. Onlar, hakkında vahiy nazil olan konulara şahid olmuşlardır. Hz. Pey-gamber'in hidayetine uymak hususunda ihlas dereceleri ve idrak seviye­leri üstün idi. Böylece şeriatin maksatlarını iyi kavrıyorlardı.  Çünkü nasslann inmiş olduğu şart ve durumları bizzat görmüşlerdi. Dolayısıyla onların nasslan anlayışları, başkalarınınkinden daha kuvvetli ve nasslar üzerindeki sözleri uyulmaya daha elverişlidir.

 

2. Sahabilere ait görüşlerin sünnet olma ihtimali vardır; çünkü onlar, çoğu zaman Hz. Nebi'in açıkladığı hükümleri anlatırken, O'na nisbet etmiyorlardı. Esasen onlardan bunu isteyen de yoktu. Böyle bir ihti­malle birlikte, şarabîlerin görüşleri kıyas ve içtihada dayansa bile, onlara uymak daha iyidir. Çünkü bu, hem nakle yakın, hem de akla muvafık olur.

 

3. Eğer sahabîlerden kıyas mahsulü bir görüş- bize intikal etmişse, bi­zim de, onlara muhalif bir kıyasta bulunmamız mümkündür; ancak onla­rın görüşlerine uymamız ihtiyat bakımından daha iyidir; çünkü Peygam­ber (sav); "Ümmetimin en hayırlısı, benim gönderilmiş bulunduğum çağdakilerdir" buyurmuştur.[Müslim, fedailüssahabe, Ebu Davud. sünne] Sahabîlerden birine ait bir görüş üzerin­de icma da edilmiş olabilir; çünkü onun görüşü ötekilerine aykırı olursa, sahabîlerden intikal eden şeyleri araştıran bilginler buna da vakıf olurlar. Eğer bazı sahabîden rivayet edilen görüşe aykırı başka bir görüş, diğer sa­habîlerden intikal etmişse, bu görüşlerin ikisinin de dışına çıkmak, saha-bîlerin hepsinden ayrılmak demektir. Bu ise, kabul edilemeyecek ve sahi­bine ait bir saçmalıktır.[Muhammed Ebû Zehra, İslam Hukuku Metadolojisi (Fıkıh Usûlü), (Çcv. Abdulkadir Şener), s. 208, 209.]

 

d) Kaza ve kader.

 

a) Kader Ne Demektir?

 

İmanın esaslarından biri de "Kadere imaıV'dır. Allahu Teala Hazretle­rinin, ezelden ebede kadar olacak şeylerin zaman ve mekanını, evsafını, havassını, elhasıl ne şekil ve ne zamanda olacaklarsa onların hepsini ezel­de daha onlar meydanda yok iken- bilip o suretle tahdîd ve takdir buyur­muş olmasına Kader denir ki, ilim sıfatına raci'dir.

 

b)Kaza'nın Manası:

 

Cenab-ı Allah'ın, ezelde irade ve takdir buyurmuş olduğu şeyleri za-manı gelince herbirisini ezeldeki ilim, irade ve takdirine uygun bir suret­le icad ve halk buyurması da Kazadır ki, Tekvin sıfatına raci'dir. İşte Ma-turîdî'den menkul olan asıl ta'rif bunlardır.

 

Şöyle de ta'rif edilir: Kaza ezelen bütün eşyanın vücûduna taallûk eden ilm-i ilahi (Maturîdî'ye göre), yahud ilmine mutabık bur surette kainatta ezelen taallûk eden irade-i îlahiyye (Eş'arî'ye göre)dir. Yani Allahu Te-ala'nın sonradan olacak şeylerin hepsini, nasıl olacaklarsa öylece, ezelde bilmiş verimine mutabık bir surette dilemiş olması Kaza'dır. Vakti gelin­ce herşeyi ilim ve irade-i ezelliyyesine mutabık bir surette îcad buyurma­sı da Kader'dir.[Akseki Ahmed Hamdi, İslam Dini, 96.]